11 Kasım 2012 Pazar

Koleksiyoncu - John Fowles

dünyanın garipliklerine belki de bir örnek benim john fowles'la tanışma tarihimdir. yurtdışında yaşayan, kitap okumayı çok sevdiğimi ve çevirilerle başımın da ne kadar belada olduğunu bilen bir arkadaşım bundan yıllar önce bir doğumgünümde bana "the magus" (büyücü) adlı kitabı hediye etmişti. bir süre kütüphanemde bekleyen kitabımı elime almam ve uzuuun sayfaları devirip de bitirmem yanlış hatırlamıyorsam 1 hafta kadar sürmüştü, o derece sevmiştim yani. o dönemde ne iRo! mevcuttu ne de ben bir blog tutuyordum, bu nedenle sadece kendi merakımı gidermek için yazarına dair ufak bir araştırma yapmak istemiş ve benim çok beğendiğim yazarın benim kitabının son cümlesini okuyup da kapağını kapattığım bir önceki günde (5 kasım 2005) öldüğünü öğrenmiştim. işin enteresan yanı, okuduğum kitabın son sayfasına (son cümleden sonra) "die, fowles die! i need a concrete ending to this story" (öl, fowles öl! bu hikayenin somut bir sonu olmasına ihtiyacım var)  yazmıştım ve muhtemelen ben o cümleleri yazarken yazar da isteğim üzerine ölmekle meşguldü...!

fowles öldü, ben de ölümündeki payımı (!) zaman içerisinde unuttum. bu arada çok sevdiğim kitabımı ödünç verdiğim bir tanıdığımla artık görüşmemeye başladık ve kitabım da böylece (bizim dönemimizin tabiriyle) hacılanarak kayıplara karıştı. aradan 3-5 yıl geçti ve bir gün karşı konulamaz bir istekle girdiğim kitapçıdan bir adet 'büyücü' (ayrıntı yayınları, üçüncü basım, 2010) ve bir adet de 'koleksiyoncu' (ayrıntı yayınları, üçüncü basım, 2009) alarak çıktım. kendime yılbaşı hediyesi hesabı... ertesi gün geleneksel iRo! yılbaşı çekilişi doğrultusunda herkes birbirine kitap hediyesini verirken, benim gizli noel babam bana 'koleksiyoncu'yu hediye ediverdi! tesadüf işte... :) hediye gelen kopyayı kendime saklayıp kendi aldığım kitabı ise tabii ki başka bir kitapla takas ettim ilk çarşı pazar imkanımda.

ve koleksiyoncu yıllar süren rafta tozlanma macerasının ardından geçen hafta içerisinde bir gün elime düştü. okundu nihayet, beğenildi, buraya kadar geldi.

en kısa (ve tabii ki hiçbir şekilde romanın hakkını vermeyecek) bir şekilde, olayların yirmili yaşlarının sonundaki C ile yirmili yaşlarının başındaki M arasında geçtiğini söyleyelim önce.

toplumsal farklılıklar çarpışır roman boyunca. yukarıdakiler ile aşağıdakiler arasındaki keskin uçurum olanca sertliğiyle belli eder kendini bu iki genç insanın karşılaşma öyküsünde. "aşk"ından ötürü bayıltarak kaçırdığı ve özel olarak hazırladığı mahzene kapattığı M'yi tanırız önce C'nin gözünden. derken M hasta düşer ve birinci bölüm sona erer. ikinci bölümde ise kaçırıldığı andan itibaren yaşananları M'nin gözünden okuruz ve bu sefer de C'yi tanırız yakından. madalyonun iki tarafını da görür, tanır, biliriz. ve üçüncü bölümde de şaşırtıcı olmayacak olan sona ulaşırız.

ulaşır mıyız? acaba...?

C bir koleksiyoncudur, kelebek peşinde geçen yalnız bir hayatı vardır. aileden yana talihsiz, sosyal statüsünün sıkıntılarını derinden yaşayan ve bu ezikliğin üstesinden gelmek için kendisine kalın bir duvar örmüş, M'ye delicesine saplantılı. peri masalı "M'yi seviyor olması"dır onun için. ama sevdiğini söylerken dahi ifadesi kansere yakalandığını açıklayan bir insanınkine benzer (s.176). her açıdan umutsuzdur.

M bir öğrencidir, çok güzeldir, hayat doludur. ailesiyle ilişkileri açısından belki çok iyi değildir durumu ama maddi olarak sıkıntı yaşamaz ve "ortaüst tabaka"nın tüm konforlarının tadını çıkartır. sosyalisttir bir de! daha doğrusu, sosyalist olmak ister çok değer verdiği G.P.'nin etkisiyle. akıllıdır ve yaşından beklenenin üzerinde farkındadır neler olup bittiğinin. evet, önce belki cinsel tacize uğrayacağını sanır, ama çok kısa sürede fark eder ki C'nin derdi başkadır. günlüğüne bunu çok net ve vurucu cümlelerle aktarır:
"nedeni benim. ben onun deliliğiyim. yıllar boyu deliliğine bir özne arıyordu. sonunda beni buldu."
okudukça fark ederiz ki kimin efendi kimin tutsak olduğu çok da belli değildir. maddi ile manevi arasında ciddi bir fark vardır ve aslında bu ikisi sürekli olarak birbirini etkiler.

tahliller ve saptamalar açısından çok başarılı buldum ben 'koleksiyoncu'yu. toplumsal ve psikolojik açıdan net ve lafını esirgemeyen sağlam bir metin. ayrıca iyi bir gerilim söz konusu. filmi de varmış, izlememiştim, izleyeceğim en kısa sürede.



bir alıntıyla bitirelim, M'nin günlüğünden (s.153) :
"bir zindanda yaşamayan hiç kimse, buradaki mutlak sessizliği anlayamaz. ben yapmazsam çıt çıkmıyor. kendimi ne kadar da ölüme yakın hissediyorum. gömülmüş. yaşamama yardımcı olacak dışarıdan gelen en ufak bir ses bile yok. sık sık plak çalıyorum. müzik dinlemek için değil, bir şey duymak için. oldukça sık garip bir yanılsamaya kapılıyorum. sağır olduğumu düşünmeye başlıyorum. olmadığımı kanıtlamak için hafif bir gürültü yapmam gerekiyor. her şeyin yolunda olduğunu kendime göstermek için öksürür gibi yapıyorum. hiroşima'nın yıkıntıları arasında buldukları küçük japon kız gibi. her şey ölmüştü; o ise oyuncak bebeğine şarkı söylüyordu." 
not: yazılacaklar listemde 'büyücü' de var, evet. belki bir gün ona da sıra gelecek! :-)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder